Dünyanın Sonu, Lizbon
Bir akşam televizyon izlerken canım sıkılıyor ve THY’nin promosyon biletlerine bakmaya başlıyorum. 4-5 aylık bir süre içerisinde bir çok Avrupa kentinin uçuşları için indirim yaptıklarını görüyorum. Görmediğimiz bir yerler olsun istediğimiz için de Bilbao ve Lizbon arasında kararsız kalıyoruz. Şubat ayında gideceğimiz ve ikliminde ılıman olmasını istediğimiz için Lizbon’da karar kılıyoruz.
9 şubat sabahı karlı bir Ankara sabahı Lizbon’a doğru yola çıkıyoruz. İstanbul aktarmalı uçuşumuz yaklaşık beş buçuk saat sürüyor. Lizbon saat dilimi, Türkiye’ye göre iki saat geri olduğu için Lizbon’a indiğimizde güneşli bir öğleden sonrası bizi karşılıyor. Havaalanından Rossio Meydanı’ndaki otelimize metroyla gitmeyi tercih ediyoruz.
Lizbon metro sistemi 4 hattan oluşuyor. Hatlar renklerle ayrılmış. Birçok yerde İngilizce yazmadığı için renkler bizim için kolaylık sağlıyor. Önce havaalanından kırmızı hatta binip S.Sebastiao durağına indikten sonra mavi hatla Restauradores durağı için aktarma yapıyoruz. Birkaç dakika sonra otelimizdeyiz (Residencial Florescente). Odamıza yerleşip, biraz dinlendikten sonra gün batımında
Ticaret Meydanı’nda (Praça de Commercia) olmak için hemen çıkıyoruz.
İlk durağımız tabi ki Rossio Meydanı ya da diğer adıyla Pedro IV Meydanı. Adını aldığı Portekiz Kralı Pedro IV’nun meydanın ortasında bir heykeli var. Meydan günün her saati çok kalabalık.
|
Rossio Meydanı |
Rossio Meydanı'ndan sonra Augusta Caddesi'nden (Rua Augusta) Ticaret Meydanı’na doğru yürümeye devam ediyoruz. Bu sokak, Lizbon’un ana yaya yollarından biri ve iki meydanı birbirine bağlıyor. Yürümesi oldukça keyifli olan bu yolda, birçok hediyelik eşya satan mağaza bulabilirsiniz.
|
Augusta Caddesi'nden Ticaret Meydanı’na doğru... |
Her yerde satılan tuzda pişirilmiş kestanelerden alıyoruz. Tatları bizimkilerden biraz daha farklı. Ama sevmedim desem yalan olur!
Yolun sonunda Ticaret Meydanı’na ulaşıyoruz. Burada önceden Ribeira Sarayı varmış. Depremde yıkılınca alan yeniden düzenlenerek meydan haline getirilmiş. Aynı Rossio Meydanı gibi burası da çok kalabalık. Meydandan Tejo Nehri kıyısına doğru ilerliyoruz ve 25 Nisan Köprüsü’ne doğru baktığımızda harika bir gün batımını seyretme şansı yakalıyoruz.
|
Tejo Nehri ve 25 Nisan Köprüsü... |
|
Ticaret Meydanı... |
Akşam yemeği için Rossio Meydanı’ndaki Cafe Nicola’ya gidiyoruz. Kalabalık bir mekan olmasına rağmen çalışanlar güler yüzlü ve servis de hızlı. Lizbon’a kadar gelip de balık yememek olmaz diyoruz.
Ertesi sabah biraz daha turistik mekanlardan uzaklaşıp Expo 98 Fuar alanının bulunduğu yere gidiyoruz. Fuardan sonra yapılar AVM, sergi alanı vb. gibi kullanılmaya başlanmış. Alanı gezdikten sonra hafifte yağmurun başlamasıyla teleferiğe biniyoruz. Hem alanı hem de Vasco Da Gama Köprüsü’nü yukardan daha iyi görüyoruz. Köprü, Tejo Nehri üzerine yapılmış toplam 17.2 km uzunluğuyla Avrupa’nın en uzun köprüsü.
Lizbon deyince aklıma gelen ilk şeylerden bir diğeri de elbette nostaljik sarı tramvayları... Kente bambaşka bir hava katan bu sevimli tramvaylara binip Sao Jorge Kalesi’ne (Castelo de Sao Jorge) gidiyoruz. Kale, Lizbon’un en yüksek tepesinde. M.Ö. 6. yy’dan kalan bu kale uzun bir süre Müslümanların himayesinde kalmış. Bu nedenle kalede İslami kalıntılara rastlamak mümkün.
|
Nostaljik Tramvaylar... |
|
Kaleden görüntüler... |
|
Kaleden kent manzaraları... |
Kaleden çıktıktan sonra çevresindeki dar sokaklarda dolaşıyoruz. Alfama’ya doğru yürüyoruz. Alfama kentin en eski mahallesi. Dar sokakları, köhne binaları ve pencerelerden sarkan çamaşırlarıyla kendine has bir tarzı var. “Azulejos” denilen el yapımı fayanslarla süslü binalardan fado sesleri yükseliyor.
|
Azulejoslar... |
|
Nostaljik Tramvay... |
|
Alfama... |
Alfama’nın dar sokaklarından yokuş aşağı Lizbon Katedrali’ne (Santa Maria Maior de Lisboa) yürüyoruz. Kentin en eski katedrali burası. Ancak burası da diğer yerler gibi depremden nasibini almış. Bir çok kez hasar görüp yenilendiği için de birden fazla mimari tarzı var.
|
Lizbon Katedrali... |
Lizbon’daki 3. günümüzde Belem’e gitmeye karar veriyoruz. Belem’e giden metronun durağı Figueira Meydanı’nda. Figueira Meydanı, Rossio Meydanı’nın yanında oteller, mağazalar ve kafelerle çevrili bir yer. Meydanın ortasında King Joao I’nin heykeli var.
|
Figueira Meydanı'ndaki King Joao I’nin heykeli... |
Belem’de kuleye yakın olan durakta iniyoruz. İstikamet Belem Kulesi (Torre de Belem)... Kule, 16. yüzyılda Tejo Nehri’nin ortasına savunma amaçlı yapılmış. Ancak depremden sonra nehir yatağının yer değiştirmesiyle karada kalmış. Kule, 4 katlı ve kesme taştan yapılmış. Manuelin tarzı mimariye sahip. Biz tüm katları geziyoruz. Her kat yukarı çıktığımızda daha da harika manzarayla karşılaşıyoruz. Bence oraya kadar gidip kuleyi gezmemek olmaz!
|
Belem Kulesi... |
Kuleyi gezdikten sonra sahil Keşifler Anıtı’na (Padrão dos Descobrimentos) doğru yürüyoruz. Aslında Lizbon’da en merak ettiğimiz yapılardan birisi Keşifler Anıtı... Büyüklüğü ve görkemi bizi çok etkiliyor. Daha önce herhangi bir şeyden bu kadar etkilendiğimiz söylenemez!
Anıtın Belem’de olmasının sebebi Portekiz tarihindeki kaşiflerin seferlerine buradan çıkmaları. Aslında Portekizliler’in yaptığı keşifleri sembolize eden bu anıt, bana göreyse sömürgeciliğin başlangıcını anlatıyor.
Anıtın hem doğusunda hem de batısında farklı denizci, din adamı ve haritacı figürleri var. Burada Vasco da Gama ve Magellan gibi bize de oldukça tanıdık gelen figürler var.
Asansörle anıtın terasına çıkıyoruz ve harika bir Lizbon manzarasıyla karşılaşıyoruz. Terastan sonra aşağıdaki müzeyi geziyoruz. Bu müzede daha çok denizcilik, keşifler ve anıtın yapımından bahsediliyor.
Bu etkileyici yerden hemen ayrılmak istemediğimiz için öğle yemeğimizi de anıtı doğrudan gören Nosolo Italia’da yiyoruz. Buranın da gerek ambiyans gerek lezzet anlamında oldukça keyifli olduğunu söylemeliyim.
|
Keşifler Anıtı... |
|
Terastan 25 Nisan Köprüsü manzarası... |
|
Imperio Meydanı (Praça do Império)... |
Yavaş yavaş anıttan ayrılıp Jeronimos Manastırı’na (Mosteiro dos Jerónimos) doğru gidiyoruz. Bu manastır keşiflerden elde edile gelirle yapılmış. Kilise kısmına giriş ücretsiz, manastır için 7 Euro ödüyoruz. Manastır, manuelin mimari tarzına sahip. Tamamı beyaz kesme taştan yapılmış olan manastırın duvarları ve sütunları deniz ve denizcilik figürleriyle süslenmiş. Ayrıca Vasco Da Gama’nın mezarı da burada.
|
Jeronimos Manastırı... |
|
Jeronimos Manastırı... |
Manastırdan sonra Belem’deki son durağımız olan Belem Pastanesi’ne (Pasteis de Belem) gidiyoruz. Meşhur “nata” tatlısını yiyip, kahve içiyoruz. Sonra metroyla tekrar kent merkezine dönüyoruz.
|
Meşhur "Nata" tatlısı... |
Akşam yemeği için önceden düşündüğümüz bir yer olmadığı için Baixa-Chiado civarlarında restoranlara bakınıyoruz. 4-5 masalı küçük bir aile işletmesi görünce giriyoruz. Restaurante O Chiado... Menüde bize pek tanıdık gelen bir şey yok. Ben de taşta pişirip getireceklerini düşündüğüm “Steak on the Stone” istiyorum. Yemeğim geldiğinde anlıyorum ki bu yemek “kendin pişir, kendin ye” tarzındaymış :) Kızgın taş üstünde gelen bifteği bir güzel pişirip, afiyetle yiyorum :) Giderseniz denemeden gelmeyin!
|
Steak
on the Stone... |
Lizbon’daki son günümüzde önceden ayarladığımız “
We hate Tourism Tours” ile tura katılıyoruz. Turizm sezonu olmadığı için turda sadece 4 kişiyiz. Bizim dışımızda tur rehberimiz ve şoförümüz Marcos ve Asya asıllı Amerikalı Amy var. Sintra, Cabo de Roca, Cascais ve Belém’i gezeceğiz.
İlk durağımız Sintra’nın girişinde küçük bir pastanede “Queijada” tatlısını deniyoruz. Marcos’un deyimiyle “nata” kadar ün yapamamış, ancak ondan daha lezzetli bir tatlı.
|
Queijada... |
Tatlıdan sonra Sintra’nın merkezine doğru yürüyoruz. Sintra yemyeşil bir yer. Lizbon’da yazın sıcaktan bunalanların kaçamak notası. Merkeze geldiğimizde yamaca kurulmuş bu küçük kasabanın dar sokaklarını dolaşıyoruz. Burası bana çok sevimli ve içten geliyor.
|
Sintra girişindeki heykeller... |
|
Sintra... |
|
Sintra sokakları... |
Marcos bizi öğle yemeğinden önce gezmemiz için Monserrate Parkı’na (Parque de Monserrate) götürüyor. Burası yaklaşık 30 hektarlık çok büyük bir park. İçinde farklı konseptlerde alanlar, bir şapel ve Monserrate Sarayı var. Şubat ayında bile bu kadar yeşil olan bir parkı ilkbahar aylarında görmeyi çok istiyoruz.
|
Parktan kareler... |
|
Monserrate Sarayı... |
Park’tan sonra Roca Burnu’na (Cabo Do Roca) gidiyoruz.Yani Avrupa’nın en batı noktasına... Marcos’a göre burası dünyanın sonu... Uçurumun kenarından baktığınız zaman “Acaba Marcos haklı mı?” diye insanın aklından geçmiyor desem yalan olur.
|
Rehberimiz Marcos ve Amy... |
|
Roca Burnu'nda koordinatların yazılı olduğu anıt... |
|
Dünyanın sonu :) |
|
Roca Burnu... |
Roca Burnu’ndan sonra Guincho Plajı’na doğru yola çıkıyoruz. Burası okyanus kıyısında muhteşem bir sahil. Şubat ayında olmamıza rağmen sahil çok kalabalık. Bir çok kişi sörf yapıyor.
|
Guincho Plajı |
Bir sonraki durağımız Cascais... Marcos’un anlatıklarına göre burası zamanında kendi halinde küçük bir balıkçı kasabasıymış. Ancak 17. yüzyıldan kalma “Citadela” isimli yapının Kral I. Luis tarafından yazlık olarak kullanılmaya başlanmasıyla aristokratlar tarafından istilaya uğramış. Artık Portekiz’in en zenginlerinin tercih ettiği bir yer haline gelmiş.
|
Cascais... |
Cascais’tan sonra turumuzun son durağı olan Belem’e gitmemiz gerekiyor. Ancak Marcos, Amy’nin de bizim de Belem’i gezdiğimizi öğrenince bizi Cemiterio dos Prazeres’a yani bir mezarlığa götürüyor. İlk duyduğumuzda neden böyle bir yere götürdüğünü anlamıyoruz. Ancak gidince sıradan mezarlıklara benzemediğini görüyoruz. Marcos’un anlatıklarına göre burası Mısır Piramitleri'
nden sonra dünyanın en büyük mezarlığı. Bence buraya mezarlık demek diğer mezarlıklara haksızlık olur. Bir çok mezarlık yaşadığımız evlerimizden daha büyük ve güzel. Bu da ayrı bir ironi... Ayrıca Marcos koyu bir Benfica taraftarı olduğu için, Benfica’nın kurucusunun mezarında ekstra mesai yapıyoruz. Benfica’ya tabir yerindeyse taptığı için, onu da bize “tanrıları” olarak tanıtıyor. Tabii Portolular'a da ağzına geleni söylüyor!
|
Mezarlıktan kareler... |
Marcos’tan ayrılırken sadece turun değil, Lizbon günlerimizin de bittiğini idrak ediyoruz :( Son akşam yemeğimizde “Fado” dinlemeye gidiyoruz. Denizcilerin arkasından söylenen ağıt olan fado da bizi de ayrıca hüzünlendiriyor.
Lizbon’u ve o muhteşem yemeklerini özleyeceğimizi düşünerek İstanbul'a doğru uçuyoruz...
Sade bir anlatım, fikir veren fotoğraflar ve satırlara serpiştirilmiş ipuçları ile güzel, faydalı ve rehber niteliğinde bir Lizbon yazısı hazırlamışsınız. Emek ve paylaşım için teşekkür ediyorum. Fado dinlemeye gittiğiniz mekanın adını öğrenebilir miyim?
YanıtlaSilMerhaba Sümer Bey. Güzel yorumunuz için teşekkürler öncelikle. Biz Lizbon'da Fado dinlemeye Barrio Alto bölgesinde dolaşırken hoşumuza giden bir yere gitmiştik. Maalesef şuan adını hatırlayamıyorum. Akşam bu bölgede dolaşırsanız birçok Fado evine rastlarsınız.
Sil