15 Aralık 2015 Salı

Madrid


İspanya’yı ilk kez 2008 yılında Palma de Mallorca adasına gittiğimde görmüştüm. Tabii bu benim ne ilk ne de son ziyaretim oldu. Geçen sene Fatoş’la kız kıza bir İspanya seyahati yaptık. Bu seneki seyahatimle birlikte neredeyse avucumun içi gibi tanıdığım bir ülke oldu İspanya. 


Tıpkı Yunanistan ve İtalya’da hissettiğim gibi burada da kendimi hiç yabancı gibi görmüyorum. Sonuçta hepimiz Akdeniz insanıyız. Sokaklarda insanlar hep güler yüzlü, hep sıcakkanlılar. Ayrıca flamenkosu, boğa güreşleri ve tapa barlarıyla tanınan İspanyollar için zaman her daim esnek bir kavram. Bu keyfine düşkün insanlar işlerini saate göre değil, sosyal hayatlarına göre ayarlıyorlar. Hiç bir şey için acele etmiyorlar. Hayatı yavaş yavaş ve tadını çıkararak yaşıyorlar. En basiti biz pazartesi akşamları kendimizi eve kapatıp haftanın ilk gününün yorgunluğunu atmaya çalışırken, onlar gece yarısına kadar dışarıda eğlenmeyi tercih ediyorlar. Evlerinde yemek yapma gibi bir alışkanlıkları olmadığından çoğu akşam dışarıda yiyorlar. Bu arada akşam yemek saatlerinin dokuz buçuktan sonra başladığını da belirtmeliyim. Yemek saatlerini ilk duyduğumda gerçekten çok şaşırmıştım. Zamanı bu kadar esnek ve sonuna kadar kullanan insanların sokakları da her daim canlı elbette…

İspanya seyahatimin ilk durağı, başkent Madrid. Zamanında Müslümanlar tarafından inşa edilen bu şehirde ne yazık ki şu an İslam Medeniyeti’nden izler kalmamış. II. Felipe zamanında başkent ilan edildiğinde yaklaşık 20.000 kişilik bir nüfusa sahip olan Madrid, günümüzde İspanya'nın en kalabalık şehirlerinden biri. 

Madrid’deki ilk durağımız Plaza de Toros de Las Ventas (Las Ventas Arenası). İspanya'nın en büyük boğa güreşi arenalarından biri olan Las Ventas, 1929 yılında neo-müdejar mimari tarzda inşa ediliyor. Arenanın dış kısmında at nalı kemerler ve seramik süslemeler bulunuyor. 

(Seyahatimiz boyunca müdejar ve neo-müdejar mimari tarza çok rastlayacağımızdan, bilmeyenler için kısaca bahsetmek istiyorum. Emeviler zamanında, İspanya'da gotik mimarinin Arap motifleriyle birleşmesiyle müdejar mimari, 19.yy’da müdejar mimarinin yeniden gündeme gelmesiyle de neo-müdejar mimarı doğuyor.)

Arenanın dışındaki heykeller ise ünlü İspanyol matadorlar Antonio Bienvenida ve Jose Cubero’nun anısına yapılmış.
Arenadan sonra Madrid’in en büyük meydanlarından biri olan Plaza de Espana’ya gidiyoruz. Ünlü meydan, Franco döneminde yaptırıldığından bu yana birçok festivale ev sahipliği yapıyor. Meydanın ortasında dikili taş bulunuyor. Dikili taşın arkasında, 1957 yılında yapıldığında dünyanın en yüksek beton binası olan Torre de Madrid yer alırken; önünde ise Cervantes’in heykeli bizleri karşılıyor. Onun altında Rocinante’ye binmiş Don Kişot ile eşeğinin üzerinde Sancho Panza heykeli yer alıyor. Don Kişot’un sevgilisi Dulcinea da sol tarafta görülüyor.

Plaza de Espana’da bizi bekleyen Don Kişot ve Sancho Panza
Retiro Parka doğru yürürken şehrin sembolik şehir kapısı olan Puerta de Alcala’yı (Alcala Kapısı) görüyoruz. Törenlerde kullanılan bu kapı, Francesco Sabatini tarafından tasarlanmış. Neo-klasik tarzda olan kapının yüksek alınlığı, üzerindeki melek heykelleri ve beş kemeri dikkat çekiyor. 

Puerta de Alcala
Puerta de Alcala’nın yanında bulunan Parque del Retiro’da (Retiro Park) ilerliyoruz. Zamanında kraliyet sarayının bahçesi olan bu park, günümüzde halka açık bir alan. İçerisinde sandal ile gezebileceğiniz bir gölet ve XII. Alfonso Anıtı bulunuyor. Günün yorgunluğunu atabileceğiniz, güneşin tadını çıkarabileceğiniz çok güzel bir park burası… Bir gün yolunuz Madrid’e düşerse, mutlaka uğramalısınız.

Retiro Park
Retiro Park’ta enerjimizi topladıktan sonra kentin merkezi olan Puerta del Sol’a (Sol Meydanı) doğru gidiyoruz. “Güneş Kapısı” olarak da anılan ve yarım ay biçiminde olan meydan, kentin orijinal doğu girişinin olduğu yeri belirtiyor. Meydanı, kafeler ve mağazalar tanımlıyor. Ayrıca burada bulunan bir çok animatör de turistleri eğlendiriyor. Şehrin sembolü olan kocayemiş ağacına tırmanmaya çalışan bronz ayı heykeli de burada.

Puerta del Sol

Madrid’in simgesi bronz ayı heykeli

Puerta del Sol’da bulunan belediye binası

Puerta del Sol’dan Plaza Mayor’e doğru yürüyoruz. Geçtiğimiz sokaklarda hediyelik eşya satan dükkanlar ve kafeler var. La Cure Gourmande isimli; kurabiye, şeker ve çikolata satan bir yer görüyoruz. Dışarıdan çok eğlenceli göründüğü için içini de gezmek istiyoruz. Çalışanlar çok güler yüzlü ve ilgililer. Bize kurabiyelerinden ikram ediyorlar. Eğer çikolata ve kurabiyeye karşı bir zaafınız varsa mutlaka uğrayın derim. Biz elimiz kolumuz dolu Plaza Mayor’ün yolunu tutuyoruz.

La Cure Gourmande ve leziz ürünleri
Daracık bir sokaktan çıktığımız Plaza Mayor tüm heybetiyle bizi karşılıyor. Sivri kuleleri ve pencereli, dik çatıları olan binalarla çevrilmiş meydanda zamanında boğa güreşleri, idamlar ve kutlama törenleri izleniyormuş. Şu an ise, hediyelik eşya satan dükkanlar ve kafelerle dolu. Biz Fatoş’la gittiğimizde buradaki kafelerden birine oturmuş ve pizza yemiştik.

Plaza Mayor

Meydandan detaylar

Fatoş'la meydanı çok seviyoruz ve eğleniyoruz :)

Çizmeli kedi ve ben :)
Plaza Mayor’dan Sol Meydanı tarafının ters yönüne yürüyoruz ve karşımıza Mercado de San Miguel çıkıyor. Bundan sonra bahsedeceğim tüm İspanyol kentlerinin vazgeçilmezi, yani pazarları… Aklınıza ülkemizdeki meyve-sebze pazarları gelmesin. Mercado de San Miguel; tapas çeşitlerinden deniz ürünlerine, taze meyveden yaş pastalara kadar her türlü yiyeceği bulabileceğiniz bir yer. Birinden peynirinizi, birinden paellanızı ve birinden de içeceğinizi (sangria, vermut vb.) alıp kafanıza göre takılabileceğiniz bir yer. Yemek saatlerinde giderseniz yer bulmakta zorlanabilirsiniz. Ayrıca fiyatları da meydanlardaki kafe ve restoranlara göre daha uygun. 

Bu pazar başka pazar :)
Pazardan sonra kendimizi Mayor Caddesi’nden (Calle Mayor) yokuş aşağı bırakıyoruz. İstikamet; Almudena Katedrali ve Madrid Kraliyet Sarayı... Madrid, diğer Avrupa kentlerindeki gibi büyük ve heybetli bir katedrale sahip değil. Almudena Katedrali, neo-gotik tarza ve gri-beyaz ön cepheye sahip. 

Almudena Katedrali
Almudena Katedrali’nin hemen yanında, yüksek bir uçurumun tepesinde Madrid’in geniş ve görkemli kraliyet sarayı yer alıyor. Uzun yıllar burada ikamet etmiş olan kraliyet ailesi, günümüzde şehrin dışındaki daha mütevazı ve küçük Zarzuela Sarayı’nda yaşıyor. Birçok İspanya kraliyet ailesine ev sahipliği yapmış bu saray ise artık sadece resmi törenlerde kullanılıyor.

Madrid Kraliyet Sarayı
Sarayın önünde yer alan Plaza de Oriente, Kral Joseph Bonaparte döneminde yaptırılmış. Bir zamanlar devlet törenleri sırasında krallar ve kraliçeler sarayın balkonundan meydandaki halkı selamlıyorlarmış. Meydanda yer alan birçok heykel, sarayın çatısına konulmak üzere yapılmış. Ancak çok ağır olduklarından konulamamış. 

Plaza de Oriente
Madrid, birçok değerli müzeye de ev sahipliği yapıyor. Bizim vaktimiz kısıtlı olduğundan müzeleri gezemedik. Eğer müzelere karşı ilginiz ve vaktiniz varsa Prado Müzesinde El Greco, Velazquez ve Goya gibi İspanyol ressamlarının ve Bosch ve Rubens gibi Hollanda ressamlarının eserlerinin yanı sıra heykel ve çizim gibi sayısız sanat eserini daha yakından inceleyebilirsiniz.

Benim Madrid ile ilgili sizlere bahsetmek istediklerim şimdilik bu kadar. Biz Madrid’e trenle yarım saatte gidebileceğiniz Toledo’ya geçiyoruz. 

1 yorum:

  1. YİNE SAYENDE GEZDİK SEVGİLİ BAŞAK.TUR ÜCRETİNİ NASIL ÖDEYECEĞİZ?
    ELİNE SAĞLIK.

    YanıtlaSil