Hepimizin bildiği gibi dünyayı saran pandemiyle birlikte tüm insanlar uzunca bir süre kendi kabuklarına çekildi. Neredeyse iki senemizi evlerimizde karantinada ve sokağa çıkma yasaklarıyla geçirdiğimiz bu dönemde, bizim de bir yanımız gezip tozmak isterken diğer yanımız büyük şehirlerden kırsala hastalık taşımaktan korktu. Bu süreçte sevdiklerimizi kaybettik, sevdiklerimiz sevdiklerini kaybetti. Hiç tanımadığımız insanların yasını tuttuk. Nihayetinde bu hastalık hayatımızın bir gerçeği haline dönüştü…
Zihinsel açıdan böylesine yorucu bir iki buçuk yılın ardından ilk yurtdışı planımızı yaparken, süreyi elimizden geldiğince uzun tutmak istedik ve bizim için çok özel bir yere sahip olan Tayland’a bir aylık bir seyahat planladık. Pandemi süresince sosyal medya aracılığı ile takip ettiğimiz Tayland’ın bu dönemi nasıl geçirdiğini ve büyük ölçüde turizm ile geçinen bu ülkenin ne derece kendine gelebildiğini de yerinde görmek istedik. (Pandeminin büyük bölümünde Tayland’a girişler neredeyse tamamen kapalıydı. Mayıs ayında tüm kurallar yumuşatıldı ve şu an aşı kartınızın olması ya da ülkeye giriş yapmadan 72 saat öncesinden PCR testi yaptırmış olmanız yeterli) Her daim gülümseyen ve minnet duymasını bilen bu ruhu güzel insanların ülkesinde; daha önce Bangkok, Phuket, Phi Phi adası ve daha birçok adaya gittiğimizi de düşünerek, bu seyahatte ilk istikametimizi ülkenin kuzeyinde yer alan Chiang Mai olarak belirledik.
Ankara’dan çıktığımız yolda, Qatar Havayolları ile Doha aktarmalı olarak Bangkok’a, oradan da Vietjet Air ile Chiang Mai’ye ulaşıyoruz. Kuzeyin başkenti olarak da bilinen Chiang Mai’nin, daha önce gezdiğimiz hiçbir Tay kentine benzemediğini fark etmemiz uzun sürmüyor. Dağlık bölgeye kurulduğundan, şehirde bunaltıcı bir sıcak da yok. Aksine ılıman iklimi ile insanı rahatlatıyor bile denilebilir. Bu kente gelen turistlerin profili de Tayland’ın güneyindekilerden çok farklı. Kentte deniz olmadığı için, Chiang Mai’ye gelen insanlar günlük Tay halkının yaşantısını yakından gözlemleyebiliyor. Ayrıca kentteki Budist tapınaklarını gezebiliyor, meditasyon gruplarına katılabiliyor ya da dağlık kısımdaki şelalelerin, milli parkların ve göllerin keyfini sürebiliyor. Hatta isteyenler kabileleri de ziyaret edebiliyor.
Evet, Chiang Mai aslında büyük bir şehir ama bu doğadan uzak olduğunuz anlamına gelmiyor. Fotoğraf Ban Hmong Doi Pui’den. |
Biz şehrin merkezinde yer alan ve tipik Tay mimarisine sahip Pingviman Otel’de kalıyoruz. Dört gece ayırdığımız Chiang Mai’de, ilk gün yol yorgunu olduğumuzdan merkezde dolaşıp genellikle yerli halkın tercih ettiği In The Garden’da yemek yiyip odamızda dinlenmeyi tercih ediyoruz. Bu sırada bize gülümseyip selam veren bir tuk tuk şoförüyle (Tany) ertesi günlerin planını ve pazarlığını yapıyoruz. Ne de olsa öncesinden idmanlıyız… Malum, Tayland’da pazarlık kaçınılmaz :)
Sabah erkenden bizi otelden alan Tany ile ilk durağımız Maerim Elephant Home oluyor. (Chiang Mai dendiğinde akla gelen ilk unsurlardan biri fil bakım merkezleri) Gittiğimiz çiftlikte bizimle ilgilenen Tony, öncelikle filler hakkında genel bilgiler veriyor. Bir filin fiyatının 1,5 milyon baht olduğunu öğrendiğimde çok şaşırıyorum :) Ağırlığının yaklaşık %10’u kadar günlük yemek yiyen filler, henüz bebekken en az günlük 50 kg ve yaşları ilerledikçe günlük 200-400 kg arasında besin tüketiyorlar. İlk üç sene sahipleri ile kaldıktan sonra fil okuluna gidip eğitim alıyorlar. Tayland’da sırf fillere özel okullar ve hastaneler bulunuyor. Duygusal canlılar oldukları için sahipleri/bakıcıları ile özel bağ kuruyorlar.
Biz genel bilgileri öğrenip onları besleyeceğimiz sepetleri muz, bambu ve ananas ile dolduruyoruz. Onları yıkayacağımız kapok ağacı (ceiba tree) köklerini döverek yumuşattıktan sonra, ilk olarak fillerin ayaklarını yıkıyoruz :)
Ayakları yıkanıp keyifleri iyice yerine gelen filleri, hazırladığımız sepetteki meyveler ile besleyip ormanda yürüyüşe çıkıyoruz. Ormandaki ağaç dallarını ve yaprakları afiyetle yemeye devam ediyorlar. Günde dört saat uyuyup geri kalan zamanda beslendiklerini düşününce, yürüyüşte de bir yandan tıkınmaları normal geliyor :) Ayrıca bu yedikleri doğal besinler, fillerin sindirim ve boşaltım sistemleri için büyük önem taşıyor.
Yürüyüş sonrası nehirde kapok ağacı -diğer bir deyişle “fil şampuanı”- ile filleri yıkıyoruz. Bir kere su değdikten sonra bu ağaç kökleri köpürmeye başlıyor. Şaşıracağınızı zannetmiyorum ama yıkadıktan sonra bu kökleri de bir güzel yiyorlar :)
Fillerle geçirdiğimiz birkaç saat bize terapi gibi geliyor. Hiç ayrılmak istemesek de öğle yemeğinin ardından onlara ayırdığımız süre doluyor ve bizi bekleyen Tany ile buluşuyoruz. Uzun Boyunlular Kabilelerini (Long Neck) çok merak ettiğimizden, Ban Mae Taman’daki Karen Long Neck mülteci kampına gidiyoruz. Tüm Long Neck kabilelerinde olduğu gibi, burada da kimsenin Tayland kimliği yok ve bu sebeple kamptan ayrılamıyorlar. Hastalandıklarında bile doktor kampa getiriliyor. Kendi dokudukları şalları ve diğer yaptıkları ürünleri satarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ömer’le tüm köyü dolaşıyoruz. Köyün ormanla sınırında küçük bir kız çocuğunun utangaç gülümsemesini görüp yanına gidiyoruz. Evlerinin arkasında satacak bir şeyler dokuyan annesi de yanımıza geliyor. Konuşmaya çalışıyoruz ama neredeyse hiç İngilizce bilmiyorlar. Sadece hüzünlü gözlerle bize gülümsüyorlar. Tany’nin söylediğine göre kabile halkı başka bir evrenden gelen kaplanlardan korunmak için bu halkaları takıyor. Bir diğer neden ise, köle pazarlarında çirkin görünmek. Nedeni ne olursa olsun böyle halkalarla ve hiçbir zaman çıkamadıkları kamplarda yaşamlarını sürdürüyor olmaları çok zor. Neler alıp nasıl destek olabiliriz diye düşünürken bir anda yağmur yağmaya başlıyor. O küçük kız bizi ve hatta annesini de unutup sanki dünyanın en güzel oyuncağıyla oynar gibi su damlaları ve çamur ile oynamaya başlıyor. Gözlerindeki hüzün yerini yağmurla gelen mutluluğa bırakıyor.
Açıkçası Long Neck kabilelerini uzun uzun okumak-yazmaktansa gidip orada görmek gerekiyor. Birkaç fotoğraf dahi çekerken utandığımız bölgede hüzünlenmemek imkânsız. Sözün bittiği yer olsa gerek. |
Saraydan sonra milli parkın en yüksek zirvesinde yer alan Ban Hmong Doi Pui’ye çıkıyoruz. Burası Hmang kabilesine ait bir köy. Köyün ara sokaklarından dolaşarak kabile hayatlarının anlatıldığı müzeye ulaşıyoruz.
Normalde çok turistik olmasına rağmen pandemiden dolayı neredeyse tüm dükkânlar kapanmış. Dünya genelinde çok sert bir şekilde etkisini gösteren pandeminin, geçim kaynağının büyük bölümü turistler olan bu coğrafyayı çok daha derinden etkilediğini üzülerek fark ediyoruz.
Müzedeki bilgilere göre Tayland genelinde dokuz kabile bulunuyor. Akha, H’tin, Karen, Khamu, Lahu, Lisu, Lua, Meo, Yao. En fazla nüfusa sahip olan Karen kabilesinde yaklaşık 350 bin kişi var. Müzeyi gezdikten sonra tepede yer alan kafede oturup kendi yetiştirdikleri kahve çekirdekleri ile hazırladıkları kahvelerimizi içiyoruz.
Günün son durağı ise Wat Phrathat Doi Suthep. Milli parkın içinde yer alan tapınağa isterseniz merdivenlerden isterseniz yarı asansör yarı füniküler tarzı “cabin” ile çıkabiliyorsunuz. Saatin de etkisiyle bizim gözümüz merdivenleri kesmiyor :)
Monklarla sohbet edebileceğiniz ya da meditasyon gruplarına katılabileceğiniz tapınak, mimarisiyle bizi çok etkiliyor. Ayrıca tepede yer aldığından kent manzarası da bir o kadar güzel.
İkinci günün sabahında yine Tany ile tekne turuna katılacağımız Mae Ping River Cruise’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 45 dakika Ping Nehri’nde geziniyoruz. Yağmur sezonunda olduğumuzdan nehir toprak renginde ve bulanık. Nehrin bir tarafında evler sulara direnmeye çalışırken diğer tarafındakiler ötekilerin aksine çok ihtişamlı görünüyor. Bu ihtişamlı evlerden birinin kralın kız kardeşine ait olduğunu öğreniyoruz. Nehrin kenarındaki balıkçılar ve hamakta gölgenin tadını çıkaran çocuklar bizi görünce el sallıyorlar. Biz de içimizden “rastgele” diyerek onlara şans diliyoruz.
Teknenin son durağı Farmer House. Aslında çift yönlü bir tur. Ancak biz buradan bir sonraki durağımız olan Huay Tueng Tao Gölü’ne gidiyoruz. Gölün üstüne kurulmuş mekânlardan birine oturup Asya mutfağından oluşan öğlen yemeğimizi yiyoruz. Hafta içi olmasına rağmen yerli halkın göl kenarında keyif yaptığını, serinliğin tadını çıkardığını görüyoruz. Seyahatimizin genelinde olduğu gibi burada da çok fazla yabancı turiste rastlamıyoruz.
Chiang Mai’deki son günümüzü kentin içindeki tapınaklara ayırıyoruz. Merkezde çok fazla tapınak var. Hepsi birbirinden ilgi çekici ve klasik Tay mimarisine sahip.
Wat Phra Singh’da Lanna krallarının külleri bulunuyor. |
Wat Phra Singh, 1.000 yaşında bir kütüphaneye sahip. |
Sokakta yürürken bir tapınak daha gözümüze çarpıyor ve pek de turistik olmayan Wat Tung Yu’yu ziyaret ediyoruz. İçerideki monkla uzun uzun sohbet edip Hinduizm ve Budizm hakkında bilgiler alıyoruz. Sohbetimiz sırasında tapınakta çok fazla öğrenci olduğunu, bazı yabancı turistlerin burada Budizm’e yönelik eğitimler aldığını ve meditasyon gruplarına katıldığını öğreniyoruz. Ayrıca bu turistler eğitimlere katılmanın yanı sıra, ihtiyacı olanlara gönüllü İngilizce dersleri veriyorlar.
Wat Tung Yu |
Son tapınak durağımız ise Gümüş Tapınak olarak da bilinen ve diğer tapınakların aksine gümüş süslemelere sahip olan Wat Sri Suphan oluyor. Bu tapınağın içini kadınların ziyaret etmesi yasak. Biz de bahçesinden tapınağın mimarisini ve süslemelerini inceliyoruz. Çevresinde gümüş işlemeli hediyelik eşya yapıp satan atölyeler var. Maalesef burada da pandemiden dolayı birçok atölye kapanmış.
Chiang Mai’de gezebileceğiniz daha birçok tapınak (wat) bulunuyor. Bize bunlar yeterli geliyor ve devamını başka bir seyahate bırakıyoruz.
Son olarak işin mutfak kısmına kısaca değineyim. Asya genelinde olduğu gibi Chiang Mai’de de sokakta yemek yeme kültürü çok yaygın. Açıkçası pek hijyenik bulmadığımız için sokak yemekleri bize hitap etmiyor. Şehirde kaldığımız zaman zarfında yerel halkın takıldığı In The Garden ve Anusarn Gece Pazarı’nda bolca vakit geçirdiğimizi söyleyebilirim. Birkaç defa da otele beş dakikalık yürüme mesafesindeki, daha turistik bir profili olan Gravity’i tercih ettik. Ancak en önemlisi, ilk Tayland seyahatimizin aksine Asya Mutfağından ciddi anlamda keyif aldık. Neler yediğimizden başka bir yazıda bahsedeceğim için buraya uzun uzun yazmıyorum. Malum, çok geniş bir yelpazeye sahip olan bu mutfağın iki ucu da oldukça keskin. Keyfe de dönüşebilir, ızdıraba da...
In The Garden |
Chiang Mai için ayırdığımız günler inanılmaz hızlı geçiyor ve bu keyifli şehir hem bize Tayland’ın bambaşka bir yüzünü gösteriyor, hem de ağzımızda nefis bir tat bırakıyor. Doğası, kültürü, tapınakları ve elbette filleriyle… :)
Asya Seyahatimizin diğer durakları:
- Siem Reap yazısı için tıklayınız.
- Phnom Penh yazısı için tıklayınız.
- Tayland adaları için tıklayınız.
- Ko Chang yazısı için tıklayınız.
- Ko Samet yazısı için tıklayınız.
- Ko Samui yazısı için tıklayınız.
- Ko Phangan yazısı için tıklayınız.
- Ko Tao yazısı için tıklayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder